DRT23'e Hoş geldiniz! Kendi Çölünde Kaybolanların Hikayesi Eğitim sistemi nasıl olmalı? Moleküler Biyoloji ve Genetik 2014 Dünya Kupası Başlarken

Kendi Çölünde Kaybolanların Hikayesi

 
 
- İsmail Abi!
- Huopp...
- Ne yaptın?
 
"4, 8, 15, 16, 23, 42." Aksakallı dede, Mecnun ile çölde ilk karşılaştığında bu sayıları tekrarlıyordu. O anda işkillenmeye başlamıştım. Bu dizide farklı birşeyler vardı. Bunu zamanla daha iyi anlayacaktım. Geç de olsa merakla başlayan Leyla ile Mecnun seyrim unutulmaz bir maceraya dönüşecekti.
 
Çok fazla dizi izlemedim. Başından sonuna izlediğim çok az dizi olmuştur. Leyla ile Mecnun'u yayında olduğu zamanlar kanal zaplarken görmüştüm bir iki defa. Yalnız gördüğüm sahnelere pek bir anlam verememiştim. Çevremde pek konuşulduğunu da hatırlamıyorum. Nedense yayından kaldırıldığına dair çıkan haberler bir süre epey konuşulmuştu. Tabi bu durum beni o zaman pek ilgilendirmiyordu. Sonra bir gün tesadüf eseri Leyle ile Mecnun'un tekrarlarına denk geldim. Dikkatimi çekti ve bir süre izledim. O kısa sürede hakkında hiçbir şey bilmediğim hikayesine rağmen epey güldüm. Ama ne izlediğimi henüz bilmiyordum. Sonra işim olduğu için bırakmam gerekti ama dizinin adına bakmayı ihmal etmedim: "Leyla ile Mecnun."
 
İleriki bir dönemde zamanım olduğunda internetten izlemeye başladım Leyle ile Mecnun'u. Aslında, önceden denk geldiğim bölüm ilk bölümüymüş zaten. Ve ilk karşılaştığımda beni çeken şeyi tüm bölüm boyunca hissettim. Sonra zaten bölümleri ardı ardına izlerken buldum kendimi.
 
Ben bu oyunu bozarım!
 
Bazı şeyleri açıklamak çok zordur. Sanırım bu diziyi açıklamak da öyle. Belki de o yüzden "absürd" diye tanımlamak uygun bulunmuştu. Çünkü Leyla ile Mecnun'u kalıplara sığdırmak epey zor. Komedi dizisi desem yüzde ellisini yakalamış olurum belki. Gerisi ise birçok şeyin karışımı. Hayat gibi...
 
Gidelim ağızlarını burunlarını kıralım...
 
Hiç şüphesiz dizinin en temel ögesi ve farklılığı senaryosu. Bu vesile ile yazarı Burak Aksak'ı anmak istiyorum. Yeri geldi gülmekten çenem yoruldu, yeri geldi gözlerim buğulandı. Bazen geleceğe gittik, bazen Mecnun'un rüyalarında dolaştık. Bazen aşk, bazen dostluktu öne çıkan. Ama her daim insanı içine çeken bir samimiyet ve hayal gücü vardı. Bir yerden sonra sanki diziyi izlemiyordum. Sanki tüm bu gerçeküstülülük bir yerlerde, belki de Kireçburnu'nda yaşanıyordu ve ben de tanıklık ediyordum.
 
Çay Erdal Bakkal'da içilir.
 
Mecnun'un Mecnun oluşunu ve Leyla'sı için çöllere düşüşünü izledik. Aksakallı dedenin kendine özgü yöntemleriyle Mecnun'a yol gösterişini seyrettik. Ama bu sadece bir aşk hikayesi değildi. Kireçburnu çakalları toplandığında anlardık yine olaylar olaylar... Ama plan yapmaya başlamak hep zor oldu. Çünkü ekip toplandığında başlayan geyik bitmek bilmezdi. Yine de Nurten'inden izin koparıp diğerlerinin peşinden koşan Şimbilli gibi koştuk her maceraya. Uzaylılar, zaman yolculukları, klonlama, mafya, masallar, efsaneler... Hep bambaşka birşeyin içinde bulduk kendimizi.
 
Ben öyle bir insan mıyım?
 
Kurgu hep üst düzeydeydi. Türk yapımlarından pek aşina olmadığmız bir düzey. Hep arka planda Aksakallı ile Karabasan'ın mücadelesi vardı. Herşey birbiri ile bağlantılıydı. Onlarca bölüm evvel dikkatimizi çekmeyen bir detay ileriki bir bölümde yeniden karşımıza çıkıp önem kazanabiliyordu. Metaforlar taşıdı hikayeyi bazen. Selam duruşları büyük yapıtlara, eleştiri gerçek hayatta olanlara...
 
Senin ağzından çıkanla kulağının duyduğunun tuttuğunu ben daha hiç görmedim.
 
Evde hep aynı hırkayı giymek gibi, başaldığın çekirdek çitlemeyi bir türlü bırakamamak gibi, annenin bağladığı poşeti bir türlü açamamak gibi aynada gördük kendimizi. Daha nice detaylarda herşey o kadar gerçekçi yansıyordu ki "absürd" sıfatı kopuk olan diğer tüm dizilere daha bir uyuyordu sanki. Mahallede toplanıp çay içmenin samimiyetinde bulduk kendimizi. Ve zaten İsmail Abi'nin dediği gibi hayatta herşeyi sallamalı ama çayı demlemeliydi insan...
 
Nurten'in Almanya'daki yeğeni
 
Hiç şüphesiz oyuncuların her birini tek tek alkılaşmak gerekli. Öyle karakterler vardı ki, bunları oynamak yetmezdi. Bu yüzden usta oyuncular kamera karşısında oynamak yerine o karakterlere dönüştüler adeta. Alternatif bir evrenin Kireçburnu'nda Mecnun'un, Yavuz ve İsmail Abi ile sahilde simit yemekte olduğuna ikna olduk.
 
Sarı bıyık ve kaleci saçlı adam
 
Leyla ile Mecnun'u "absürd komedi"den daha iyi tarif edebilecek sıfat belki de "orijinal yansıma" olabilir. Hayatı farklı bir açıdan ve komik bir üslupla yansıttı ve bunu gayet kendine has ve farklı bir yaklaşımla başardı. Hikayenin işlenişi de, karakterleri de, tarzı da oldukça farklıydı bu dizinin. Bu nedenle çok fazla bir kesime hitap edemedi ve birçok sığ dizinin kolaylıkla aldığı reytingleri alamadı. Yine de sevenleri gerçekten sevdi ve bağlandı. Bu sayede en azından sosyal medyada ses getirmeyi başardı. IMDB'de tüm zamanların en yüksek puanlı dizileri arasına girdi.
 
İsmail'e yine kapının önü gözüktü!
 
Her sezon finali farklı bir düzeydeydi. Duyguları yoğunlaştıran ve bitişte çalan özgün müzikleriyle boşaltan bölümlerdi. Üçüncü sezon finali dizinin yayından kaldırılacağı biliniyormuş gibi gerçek bir final havasındaydı. Sonrasında öğrendik ki devam etse imiş, final epey sarsıcı olacakmış.
 
Ama yine de sarsıldık. En azından ben. Bittiğinde öncesine göre daha bir yalnız kalmış hissettim. Artık Erdal Bakkal'da sabah kahvaltısı olmayacaktı. Artık Yavuz şiir okumayacaktı sahildeki bankta. İskender Baba yokuştan aşağı araba vurdurmayacaktı. Mecnun mu Çınar gözlerini kısıp maceraya atılmayacaktı. İsmail Abi'nin genleri laps diye kahkahaya boğmayacaktı.
 
Leyla ile Mecnun bitmişti. "Ama bana böyle bir bilgi gelmedi, kimse bana biteceğini söylemedi," demek istedim Erdal Bakkal edasıyla. Diyemedim...
 
El sallıyorum şimdi. Kireçburnu sahilinde olmasam da, İsmail Abi'nin o umudu ve naifliğiyle... Ve bekliyorum, asla geri dönmeyecek o gemiyi!


Yaratıcılığı Öldüren Okullar

 
Bir ülkenin ve genel olarak dünyamızın geleceğini şekillendiren en önemli etmenlerden biri hiç şüphesiz eğitim ve öğretim faaliyetleri. Tüm çocuklar muazzam bir öğrenme kapasitesine sahiptirler. Onları birbirinden ayıran şey ilgi alanlarıdır. Başarısızlığın temel sebebi de ilgi kaybıdır. Çünkü ya öğrenci merak etmediği şeyleri öğrenmeye zorlanmıştır ya da konu ne kadar ilgi çekici olsa da onu aktaran eğitmen yeterince etkili değildir.
 
Bugün maalesef Türkiye'deki eğitim sistemi eskisinden daha iyi değil. Hatta belki herşey daha belirsiz öğrenciler için. Halbuki hedef sınav sistemini odaktan çıkarmaktı ama maalesef kabul etmeliyiz ki dershaneleri kapatmak ya da sınavları zamana yaymak çözüm değil. Çözüm sosyal algıyı yeniden şekillendirmek.
 
Peki sorun nerede? Neden eğitim sisteminden memnuyitsizlik bu kadar yüksek iken çözüm bulmak bu kadar zor? Öncelikle kabul etmeliyiz ki bu sadece Türkiye'nin yaşadığı bir problem değil. Ama yine kabul etmeliyiz ki problemin en çok etkilediği ülkelerden biri de Türkiye. Bilirsiniz BM İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) ile birçok ülkeyi kapsayan öğrenci başarısı karşılaştırması yapıyor. Bu istatistikler her açıklandığında Türkiye değerlendirilen ülkeler arasında son sıralarda kalıyor. Halbuki dünyada belki de en çok sınava giren öğrenci topluluklarından biri bizim öğrencilerimiz. Neden durum bu kadar vahim?
 
Sınavlar olmak zorunda ve her eğitim sisteminde de vardır. Ama amaç öğrencileri birbirleriyle kıyaslamak olmamalı. Amaç öğrenciye hangi alanlarda eksikleri olduğunu ve hangi alanlarda daha ilgili ve dolayısıyla başarılı olduğunu göstermek olmalı. Ama sınavlar böyle de olmamlı! Herhalde eğitim hayatım boyunca binlerce sınava girdim. İlkokuldan doktoraya kadar farklı okullarda farklı derslerden ve yüzlerce farklı hoca tarafından hazırlanmış sınavlar... Geriye dönüp bakınca görüyorum ki bu sınavların bir kısmı olması gerektiği gibi ama çok büyük bir çoğunluğu ise öyle değil! Peki sınav nasıl olmalı? Bence bunun için eğitimin, öğretimin amacına bakmak gerekli. Neden eğitim alırız ki?
 
Eğitimin birinci amacı çocuklara ve gençlere kendi potansiyellerini fark etmeleri ve onları geliştirebilmeleri için gerekli ortamı sunmak olmalı. İkincisi hayatları boyunca kendilerine faydalı olacak bilgileri öğretmek. Dolayısıyla olması gereken herkese aynı bilgileri adeta "yüklemek" olmamalı. Haliyle böyle bir sisteme ayak uydurabilenler "başarılı" olurken diğerleri "başarısız" olacak. Dolayısıyla eğitim sistemi tüm yetenekleri kucaklayacak şekilde daha esnek olmalı. Bir fabrikadan çıkan ürünler gibi tek tip öğrenci "üretmeyi" hedef edinmemeli. Bir diğer özelliği de bilginin kendisine odaklanmak yerine bilgiye nasıl ulaşılabileceğine ve bilginin nasıl kullanılabileceğine odaklanması olmalı. Önemli olan öğrencileri ezberci anlayıştan kurtarıp yaratıcı düşünmeye ve sorun çözmeye yönlendirmek.
 
Tabi böylesi bir eğitim sistemi için çok ciddi altyapı ve yetişmiş insan gücüne ihtiyaç var. Öğretmen kalitesi de burada devreye giriyor. Eğitimci olma yetenek ve şevkine sahip, alanına hakim ve dinamik öğretmenlerin bu sistemi iyileştirme potansiyelleri var. Aksi takdirde dönüşüm devlet planlamaları ya da yatırımları ile mümkün olmayacaktır.
 
Bir eğitimci değilim ama hemen herkes gibi eğitimin içinde büyüyenlerdenim. Ve ilkokul düzeyinden üniversitelere kadar tüm aşamalarda Türkiye'nin ciddi bir dönüşüme ihtiyaç duyduğuna inanıyorum.
 
Bu konuda fikrimi beyan etmeme vesile olan TED konuşması ile yazımı sonlandırıyorum. Sir Ken Robinson, İngiliz bir eğitimci ve 2006 yılında yaptığı bu konuşması bugüne kadar 28 milyondan fazla kez izlenmiş. Sizin de ilginizi çekeceğini düşünüyorum:
 
 


Moleküler Biyoloji ve Genetik

 
 
Meslek seçimi bir insanın hayatında aldığı en önemli kararlardan birisi hiç süphesiz ki. Sonuçta hepimiz zamanımızın önemli bir kısmını işimizle ilgilenerek geçiriyoruz. Dolayısıyla insanın bu kadar çok zamanı boşuna harcadığını düşünmesi ya da yaptığı işten keyif almaması hayat kalitesinde ciddi bir düşüş demek. Ancak kabul etmeliyiz ki bir meslek edinmeye giden yol olan üniversite seçimlerimizi erken yaşta yapıyoruz. O yaşlarda çoğumuz iş hayatına dair hiçbir şey bilmediğimiz gibi seçtiğimiz ya da seçmediğimiz meslekler hakkında da pek bilgili olmuyoruz. Şanslı olanlarımız etrafında o isle ilgilenen insanları gözlemleme, onlara danışma fırsatına sahip oluyor. Yine de çevremizde ilgilendiğimiz mesleklere sahip insanları bulmak ya da onlara danışmak çoğu zaman mümkün olmuyor. Özellikle son yıllarda ortaya çıkan birçok ilginç meslek ile ilgili neredeyse hiç bilgi bulamıyoruz. İşte böyle yakın geçmişe kadar çok bilinmeyen ve bu yüzden hakkında jeneriğin ötesinde bilgi edinmenin zor olduğu mesleklerden birisi de moleküler biyoloji ve genetik (MBG).
 
Bu yazıyı benim de zamanında geçtiğim ÖSS ve ertesindeki üniversite, bölüm seçme aşamasındaki genç arkadaşlarımız için yazıyorum. Onlara internette hakkında kısıtlı bilgiye ulaşabildikleri MBG hakkında bilgi vermek istiyorum. Dahası bu yazıya bugün bu meslek ile ilgilenen arkadaşlarımın da görüşlerini ekleyeceğim ki konu tek bir bakış açısından ele alınmış olmasın. Yani şanslısınız; içeriden bilgi alıyorsunuz :)
 
Adım adım akıllardaki soruların yanıt bulması açısından mülakat gibi soru - cevap şeklinde bilgileri sıralamayı uygun buldum. Bu aynı zamanda yazıya katkı sağlayan arkadaşlarım için de bir şema oldu. Ama soru ve cevaplardan önce MBG nedir, çok kısaca bahsetmekte fayda var.
 
Aslında ben MBG'yi bir meslek olarak tanımlamayı pek uygun bulmuyorum. MBG, yaşam bilimleri olarak adlandırılan ve canlılara dair her türlü araştırmanın yapıldığı bilim alanının dallarından birisidir. Kategorizasyon açısında biyomedikal bilim dallarından biridir demek de doğrudur. Bugünün dünyasında bilim alanları oldukça dallanmış ve budaklanmıştır ve birçoğu da iç içedir. Yani MBG alanında eğitim almak genel olarak ilginizi çeken herhangi bir yaşam bilimleri / biyomedikal bilimler alanına yönelmenizin önünü açar. Yani alt yapınız oluştuktan sonra kanser biyolojisi, hücre biyolojisi, biyokimya, biyofizik, nörobiyoloji, insan genetiği, biyomühendislik, biyoinformatik gibi sayısız alandan birinde yolunuza devam edebilirsiniz. Bu alanların birçoğu insan biyolojisini ve hastalıklarını irdeleyen çalışmalar yapar. Ancak ekoloji, evrim, koruma biyolojisi gibi insan dışındaki canlıları konu alan alanlarda da çalışabilirsiniz. Araştırmaları başka bir açıdan temel bilimler, sağlık ve teknoloji odaklı olarak kategorilere ayırmak da mümkündür.
 
Fark ettiğiniz gibi MBG alanında eğitim almak geniş bir alanda ilginizi çeken araştırma konularına yönelme fırsatı verir. Her ne kadar üniversitelerde bu bölümün temel amacı bilim insanı yetiştirmek olsa da özel sektörde bilimsel araştırma dışında başka pozisyonlarda iş bulma fırsatı da vardır. Maalesef ülkemizde biyoteknoloji istenen düzeyde yatırım almadığı için, bu iş alanları yeterince geniş değildir. Bu konuda şahsen çok bilgi sahibi olmadığım için detaylara girip yanıltıcı bilgiler vermek istemiyorum. Ancak benim tavsiyem gerçekten bilim insanı olmak istiyorsanız ve bilimsel araştırma yapmanın ne demek olduğunu kavrıyabiliyorsanız MBG alanına yönelmeniz. MBG okuyup bilim kariyeri yapmak istemezseniz elbette diğer olasılıklar da var ama bu diğer olasılıklar için başka bölümlerden mezun olmak daha avantajlı olabilir.
 
Şimdi bu girizgahtan sonra soru - cevap bölümüne geçelim. İlk önce sorulara benim verdiğim cevapları okuyacaksınız. Sonra diğer arkadaşlarımın cevaplarını yazının devamında bulabilirsiniz. Ben bu yazıyı yazmakta iken sorulara cevap veren benden başka bir kişi var ama ilerleyen zamanlarda yazı editlenecek ve başkalarından gelen cevapları da bulabileceksiniz.
 
 
 
Soru-Cevap 1
Yanıtlayan: Ben (Blogun "Hakkında" sayfasından detaylara ulaşabilirsiniz.)
 
Çocukken ne olmak isterdiniz?
Birçok çocuk gibi zamanla farklı şeylere ilgi duydum. Ama sanırım hayatıma ve tercihlerime bu anlamda en çok etkisi olan şeylerden biri çocukken büyük keyifle okuduğum çocuk/gençlik ansiklopedileriydi. İnsanoğlunun dünyadaki macerası ve doğanın geçirdiği evreler, gezegenimiz ve uzaya dair okuduklarım beni tam anlamıyla büyülemişti. Bu yüzden bilimsel araştırmalar yapmak, isimleri tarihe geçmiş okuduğum bilim adamlarından biri olabilmek çok güzel bir hayaldi. Bugün bilim alanında olmaktan dolayı kendimi oldukça şanslı görüyorum. Sanırım çocukluk hayallerimden biri gerçek oldu!
Nasıl MBG okumaya karar verdiniz? Zor bir karar oldu mu?
Hayatta maalesef herşey hayal kurmak kadar keyifli ve kolay değil. Yani zor bir karar oldu diyebilirim. Lisenin son yıllarında ayakları daha yere basan bir seçenek olan tıp, çevreden gelen etkiyle de birlikte ön plana geçti. Birçok kişi tarafından anlaşılmasa da kendi adıma doğru olduğuna inandığım bir yolu seçtim nihayetinde.
Okula başladığınızda aradığınızı bulduğunuzu hissettiniz mi? Hayal kırıklıkları da oldu mu?
Neredeyse dinlediğim her ders heyecan verici geliyordu. Hemen hergün yeni birşeyler öğreniyordum. Ancak aynı zamanda teorinin ötesine geçememenin verdiği bir hayal kırıklığı vardı. Bir de insanın zamanla daha iyi idrak edebiliği hayata dair gerçekler, geleceğe dair sorular oluşturuyordu. Yine de sevgi, hayal kırıklıklarını da her türlü sorunu da aşabilirdi.
Teorik dersler ve laboratuvar derslerinin yeterliliği/çeşitliliği uygun bir düzeyde miydi?
Lisansı okuğum üniversitede genel olarak teorik dersler iyiydi. Ancak hangi alanda eğitim alıyorsanız alın sadece profesörlerinizin size herşeyi öğretebilmesi olası değildir. Kitaplardan ve internetten okumalar yapmak ve size sunulanla yetinmemek gerekir. Ancak teorinin ötesinde moleküler biyoloji uyuglamalı bir bilimdir ve çok sayıda metodu uygulayabilmeyi ve çeşitli laboratuvar araçlarının, donanımlarını kullanabilmeyi de gerektirir. Ancak moleküler biyoloji araç ve malzemeleri epey pahallı olduğundan öğrenci laboratuvarlarında çok fazla pratik eğitimi alamadığımızı (kendi dönemim ve lisans üniversitem için) söyleyebilirim.
Bu tecrübeyle yeniden ÖSS zamanında olsaydınız, yine MBG seçer miydiniz? Ya da alternatifleriniz neler olurdu?
Evet, yine MBG seçerdim. O zaman açısından düşünürsek, MBG'ye alternatif pek bir bölüm yoktu. Zaten MBG de sadece birkaç üniversitede vardı. Ancak tıp okuyup hastanede doktor olarak çalışmak yerine araştırmacı olmak bir alternatif olabilirdi.
Bu tecrübeyle yeniden MBG okuyor olsaydınız nelere daha çok dikkat ederdiniz?
Staj bizim dönemimizde/bölümümüzde zorunlu değildi. Yine de stajlar yaptım ve özellikle bunlardan biri (uzun dönemli yaptığım) oldukça faydalı olmuştu. Staja daha da çok önem verip uzun dönemli ve bir projeye odaklı olarak çalışmaya dikkat ederdim. Mezuniyet sonrası bilimsel araştırma yapmak isteyenlere tavsiyem bir hocanın (bu başka bir üniversitede bile olabilir) laboratuvarında en azından 3. ve 4. sınıf süresince düzenli olarak çalışmaları. Bir iki aylık yaz stajı pek faydalı olmayacaktır. Diğer alanlara yönelmek isteyenler de uygun bir işte yarı zamanlı olarak çalışmaya başlamalı 3. ve 4. sınıfı okurken. Her ikisi de (laboratuvarda çalışmak, bir firmada çalışmak) mezuniyet sonrası karar vermenizi ve lab/iş bulmanızı kolaylaştıracaktır.
Mezuniyet yaklaşırken kafanız karışık mıydı yoksa ne yapmak istediğiniz konusunda kararlı mıydınız?
Master - doktora eğitimi almak istiyordum. Kararlıydım diyebilirim ama yine de sadece karar vermek yeterli olmadığından her yeni mezun / mezun olmakta olan öğrenci gibi ben de stresli süreçlerden geçtim.
Şu an hangi işle meşgulsünüz? İşinizi biraz tarif eder misiniz? Kazanç konusunda hak ettiğinizi aldığınızı düşünüyor musunuz?
Onkoloji dalında doktora yapıyorum. Hayatım deneyler, makaleler, sunumlar, dersler ekseninde geçiyor diye durumumu tarif edebilirim. Bireysel olarak bir haksızlığa uğramıyorum ama doktora ve doktora sonrası araştırmacılarının yaptıkları iş ile gelirleri maalesef orantılı değil.
MBG okumak isteyenlerde ne gibi özelliklerin olması avantajdır?
Sabır, sorgulama, sürekli öğrenmeye açık olmak, düzen, detaylara dikkat edebilmek, kavramlar arası ilişki kurabilmek, objektiflik gibi özellikler oldukça faydalı olacaktır. Her ne kadar bilim insanları sosyal görünmese de kendi aralarında iletişime çok ihtiyaç duyarlar :) İyi iletişim yeteneği de faydalı olacaktır. Bir de hangi alanda olursa olsun bilim yapmak istiyorsanız tüm dünyada bilim dili olarak hakim olan İngilizce'yle aranızın iyi olması gerekiyor.
Üniversite ve bölüm seçmekte olan gençlere ne tavsiyeleriniz olur?
Sınava girip tercih yapmayın; tercih yapıp sınava öyle girin! Başka insanların fikirlerini alın ama son kararı kendiniz verin. İnternetten de bolca araştırın. Hem seçmek istediğiniz bölümleri hem de üniversiteleri... Üniversiteler arasında dağlar kadar kalite farkı olduğunu da unutmayın.
Eklemek istediğiniz başka şeyler var mı?
Umarım cevaplarım MBG ile ilgili soruları olan okuyuculara faydalı olur.
 
---

Soru-Cevap 2
Yanıtlayan: İsmini vermeden soruları yanıtlamak isteyen, MBG mezunu bir arkadaşım.
 
Çocukken ne olmak isterdiniz?
Çocukken bir astronot yahut bir bilim adamı olmayı isterdim.
Nasıl MBG okumaya karar verdiniz? Zor bir karar oldu mu?
MBG okumaya aslında tercih aşamasında karar verdim. Ve zor bir karar oldu.
Okula başladığınızda aradığınızı bulduğunuzu hissettiniz mi? Hayal kırıklıkları da oldu mu?
Okula ilk başladığımda benim için çok hayal kırıklıkları oldu. Aslında aradığımın bu olmadığını bir MBG eğitiminin bu şekilde olmaması gerektiğini düşünüyordum.
Teorik dersler ve laboratuvar derslerinin yeterliliği/çeşitliliği uygun bir düzeyde miydi?
İ.Ü MBG'de kesinlikle lablar yetersizdi (vasatın çok altında). Aslında ders isimleri bakımından teorik dersler yeterli ve çeşitli gibi dursalar da onlar da içerik ve güncellik bakımından yetersizdi.
Bu tecrübeyle yeniden ÖSS zamanında olsaydınız, yine MBG seçer miydiniz? Ya da alternatifleriniz neler olurdu?
Şu anki tecrübemle ve aynı ÖSS sıralamasıyla tercih yapıyor olsam İ.Ü. MBG seçmek yerine Koç, Sabancı, Boğaziçi ya da Bilkent gibi okulların kimya ya da biyoloji bölümlerinden birisini seçer ve ilerisinde bu okulların çift anadal ya da yandal programlarını kullanarak MBG'de de okurdum. En azından bu okullarda farklı bölümlerden seçmeli ders alma seçeneğinde faydalanırdım.
Bu tecrübeyle yeniden MBG okuyor olsaydınız nelere daha çok dikkat ederdiniz?
-
Mezuniyet yaklaşırken kafanız karışık mıydı yoksa ne yapmak istediğiniz konusunda kararlı mıydınız?
Mezuniyet yaklaşırken kararsız değildim.
Şu an hangi işle meşgulsünüz? İşinizi biraz tarif eder misiniz? Kazanç konusunda hak ettiğinizi aldığınızı düşünüyor musunuz?
Şu an akademik kariyer yapmakla meşgulüm. TÜBİTAK projesinde çalışıyorum. Ancak tüm akademisyenler gibi hakettiğimi aldığımı düşünmüyorum.
MBG okumak isteyenlerde ne gibi özelliklerin olması avantajdır?
MBG okumak isteyen öğrencinin para konusunda kısa vadede herhangi bir hedefi olmamalı. Bence temel sorun para. Çünkü muhtemelen mezun olduktan sonra uzun bir süre ancak kendilerini geçindirecek kadar para kazanacaklar. Bunun dışında pozitif bilime önem veren, çalışkan ve disiplinli öğrencilerin bu alanda başarılı olacağına inanmaktayım.
Üniversite ve bölüm seçmekte olan gençlere ne tavsiyeleriniz olur?
-
Eklemek istediğiniz başka şeyler var mı?
-
 
---

Soru-Cevap 3
Yanıtlayan: İsmini vermeden soruları yanıtlamak isteyen, MBG mezunu bir arkadaşım.
 
Çocukken ne olmak isterdiniz?
Çocukken doktor ve aynı zamanda bilim adamı olmak isterdim.
Nasıl MBG okumaya karar verdiniz? Zor bir karar oldu mu?
Karar vermek zor olmadı çünkü MGB okumayı önceden beri istiyordum.
Okula başladığınızda aradığınızı bulduğunuzu hissettiniz mi? Hayal kırıklıkları da oldu mu?
Doğruyu söylemek gerekirse biraz hayal kırıklığına uğradım. Tam benim istediğim gibi değildi. Modern derslikler ve laboratuvarlar yoktu. MBG yeni bir bölüm olduğu için hocalar çok fazla [Türkçe] kitap öneremiyordu, ders notlarıyla çalışıyorduk. Öğrenciler araştırmalara katılmıyordu, belki sayı fazla olduğu için. Ama genelde istediğim şeyi buldum.
Teorik dersler ve laboratuvar derslerinin yeterliliği/çeşitliliği uygun bir düzeyde miydi?
Pek söylenemez, yeterli değildi.
Bu tecrübeyle yeniden ÖSS zamanında olsaydınız, yine MBG seçer miydiniz? Ya da alternatifleriniz neler olurdu?
-
Bu tecrübeyle yeniden MBG okuyor olsaydınız nelere daha çok dikkat ederdiniz?
Bu tecrübeyle tekrar MBG okuyor olsaydım her konuyla ilgili bol bol PubMed’ten makale okurdum. Derlemeler yapardım, araştırma yapardım, hocaları daha sık rahatsız ederdim. Sadece dersi geçmek için çalışmazdım.
Mezuniyet yaklaşırken kafanız karışık mıydı yoksa ne yapmak istediğiniz konusunda kararlı mıydınız?
Evet kafam biraz karışıktı, ne yapacağıma tam olarak karar verememiştim. Bir taraftan kariyer hayatını düşünüyorsun, diger taraftan yaşaman gereken hayatın zor şartları var. Ailen daha fazla sana bakamaz, geçinmek için para kazanmaya başlaman lazım. Burs imkanları da sınırlı olunca herkes [yüksek lisans, doktora] okuyamıyor. Burada da not sisteminin büyük eksikliği ortaya çıkıyor.
Şu an hangi işle meşgulsünüz? İşinizi biraz tarif eder misiniz? Kazanç konusunda hak ettiğinizi aldığınızı düşünüyor musunuz?
Şu anda yüksek lisans yapıyorum ve  bir genetik tanı merkezinde de çalışıyorum. Yaptığımız şeyler rutin genetik testlerdir. Gelen değişik numunelerden DNA izole ediyoruz ve çeşitli metotlarla (PCR, rtPCR, sekanslama vb.) mutasyonları analiz ediyoruz. Verdiğim emeğin karşılığını aldığımı düşünmüyorum.
MBG okumak isteyenlerde ne gibi özelliklerin olması avantajdır?
MBG okumak isteyenler öncelikle bu bölümü sevmeliler. Gerçekten de çok güzel ve ilginç bir bilim dalıdır. Onlarda araştırmacı ruhu olması gerekir ve sabırlı olmalılar.
Üniversite ve bölüm seçmekte olan gençlere ne tavsiyeleriniz olur?
Tavsiyem MBG okuyun, geleceğin bölümüdür.
Eklemek istediğiniz başka şeyler var mı?
Eklemek istediğim herşeyden önemli olan okuduğunuz bölümde arkadaş edinmek. Çalışmaktan çok bazen seni iten, moral veren arkadaşların oluyor. Kafayı dağıtmak için boş zamanlarda onlarla kahve içer, parkta çekirdek çıtlarsınız, gelecekle ilgili hayallerinizi konuşursunuz, problemleri paylaşırsınız. Evet, arkadaşlar çok önemli ve okul bittikten sonra da onlarla hala iletişimdeyseniz gerçek arkadaşları bulmuşsunuz demektir. Ben bu konuda kendimi çok şanslı hissediyorum. Herkese başarılar dilerim.
 
---

Bir MBG hocasının bakış açısından bu alanla ilgili bilgi almak için şu röportajı okuyabilirsiniz: Genetikçi Arzu Çelik: “Çalışmalarımız Türkiye’de bir karşılık almıyor”

 

2014 Dünya Kupası Başlarken


 
Ülkemizdeki hemen her erkek gibi benim için de spor deyince ilk akla gelen dal futbol. Çocukken severek oynadığımız, saatlerimizi top peşinde geçirdiğimizi günleri hep özlemle anarım. Ancak pek iyi bir futbol oyuncusu olduğum söylenemez ama zamanında kalede fena değildim. Ya da defansta oynardım. Kabul ediyorum, biraz faullü oynardım ve defansta olmam rakip takımın forvetleri için biraz riskliydi :) Lise yıllarımda da az çok futbol oyandım ama ilerleyen yıllarda bu güzellikten mahrum kaldım maalesef. Bu açığı bilgisayar başında FIFA serisi oyunlarını oynayarak kapatmaya çalıştım galiba. En çok futbol izlediğim dönemlerde ise Türkiye liginden ziyade İspanya ligini takip ettim. Zaten bazı okuyucular önceki yazılarımdan Barcelona taraftarı olduğumu bilir. Son bir senedir Amerika'nın Avrupa ile olan zaman farkından dolayı İspanya maçlarını bile izlemekten uzak kaldım. Kısacası diyebilirim ki her ne kadar futbol delisi değildimse de hiç bir zaman futbola bu kadar uzak da kalmamıştım. Dünya Kupası'nın başlamakta olduğu şu günlerde bu gerçek biraz içimi burktu. Bir de turnuvada Türkiye'nin yer almayacak olması tuz biber oldu diyebilirim.
 
Herhalde bizim jenerasyonun asla unutmayacağı Dünya Kupası heyecanı 2002 yılında yaşanmıştı. Şampiyonayı o yıl 3. olarak tamamlamıştık. O güzel yaz tatilinde heyecanla TV başına oturup hem Türkiye'nin maçlarını hem de diğer büyük takımların maçlarını ne de keyifle izlerdik. Maalesef o yıldan sonra milli takımımız bize bir daha Dünya Kupası heyecanını yaşatmadı. Aslında zaten 2002 öncesinde de sadece bir kez (1954) finallerde oynamıştık. Beni ve birçok futbol severi en çok üzen ise futbolun bu kadar çok sevildiği bir ülkenin başarı olarak olması gereken düzeyden maalesef çok geride olması. Şimdi FIFA'nın sitesine bakıyorum ve görüyorum ki İsviçre gibi bir ülke dünya sıralamasında 6. sırada! Ekonomik krizle boğuşan komşumuz Yunanistan 12. sırada. Futbol deyince Amerikan futbolunu anlayan Birleşik Devletler ise 13. sırada. (Türkiye'nin şu anki sıralaması 35.) Ve bu takımlar 2014 Dünya Kupası için şu an Brezilya'dayken Türkiye yine yok. Bence artık TFF'nin ve Türkiye'de futbola yön veren diğer kişi ve kurumların bu konuyu ciddi ciddi irdelemesinin zamanıdır. Hep 3. olmamızı kimse beklemiyor zaten ama her Dünya Kupası'nda olmalı Türkiye; olabilmeli bence.
 
Statların yetişmeyeceği endişesi, güvenlik problemleri, halkın protestoları arasında Brezilya için ev sahipliği zamanı geldi. Futbol deyince akla gelen ilk ülkelerden olan Brezilya'da bakalım nasıl bir Dünya Kupası'na şahitlik edeceğiz. En azından bu sene Güney Afrika'da bizi bezdiren vuvuzelalar olmayacak! Kupayı kimin kazanacağını kestirmek ise oldukça zor. Her zaman favorilerden olan, bu yıl ev sahipliği avantajını da taşıyan Brezilya olabilir. Ama sanki son iki Avrupa şampiyonası ve son Dünya Kupası'nı kaldıran ve iki takımı bu yıl Şampiyonlar Ligi finalinde karşı karşıya gelen İspanya daha büyük bir favori gibi. Dünyanın günümüzdeki en iyi iki futbolcusu olan C. Ronaldo ve Messi'nin performansları da merak konusu. Messi nedense bugüne kadar Dünya Kupası finallerinde kendisinden beklenen performansı gösteremedi. Belki bu yıl onun için farklı bir yıl olur.
 
Son olarak takım formalarından da kısaca söz edelim. Mashable'in burada derlediği galeriye göz atabilirsiniz. Ben de yazıyı yazan arkadaşa katılıyorum ve Brezilya'nın formalarını çok başarılı buldum. Genel olarak ise tasarımlara sadeliğin hakim olduğunu görüyoruz. Arada bir iki tane, 80'lerin Dünya Kupalarını hatırlatan çok renkli tasarım var (Kamerun ve Gana formaları gibi).
 
Hafta içi oynanacak maçlar okulda olduğum saatlere denk gelecek. En azından hafta sonuna denk gelen maçları, diğerlerinin de özetlerini izlerim. Elbette 13 Temmuz pazar günü oynanacak final kaçmaz!


Kabuk Değişimi


2008 yılının başlarında DRT23'ü açtığımda ve blog dünyasına adım attığımda beni en çok heyecanlandıran şeylerden biri de blogların tasarımıydı. O zamanlar kodlamadan hiçbir şey anlamıyordum ve hatırlayacağınız gibi internette bugün olduğu kadar çok çeşitli hazır Blogger teması da henüz yoktu. Birkaç hazır temayı kullandıktan sonra fark etmiştim ki istediğim gibi bir hazır tema bulamayacaktım. Bunun üzerine epey bir çalışıp ve biraz deneme yanılma usulü kodlamayı çözmeye uğraşarak çok beğendiğim bir tema üretebilmeyi başarmıştım. SumTech ismini verdiğim bu temayı kullanmaya başladığımda heyecanla bir tanıtım/duyuru yazısı yazmıştım. ("SumTech'li DRT23" başlıklı yazımı okuyabilirsiniz.) 2009 yılının güzel bir bahar gününde SumTech'i kullanmaya başlamıştım ve o günden sonra da pek çok yenilik ekledim ve düzenlemeler yaptım. Tasarımını ve işlevselliğini o kadar beğendim ki bir daha yıllarca temayı değiştirmeyi düşünmedim. Ancak aradan geçen zaman yenilik beklentisi getiriyor. Belki de gözler güzel olandan bile sıkılabiliyor. Acaba olur da SumTech'in yerini alabilecek bir şeyler bulabilir miyim diye vakit bulduğumda Blogger tema sitelerini dolaştım. Aynı zamanda aklıma gelen birkaç tasarım fikrini Lab23 ve Beta23 adlı deneysel bloglarımda denedim ama bir türlü daha iyisini yapamadım. Vazgeçtim ama ara ara yine göz gezdirdim tema sitelerine. Ve nihayet tasarım olarak beğendiğim ve geliştirip modifiye edebildiğim bir tema çıktı karşıma. Kang Ismet tarafından hazırlanan Zikazev temasını aldım ve Türkçeleştirmek, bazı detayları düzenlemek ve birkaç şey eklemek ile kullanıma hazır hale getirdim. Araya birçok şey girdiği için aslında bir aydan uzun süredir son halini verip yayına koymak için bekliyordum. Ve 1 Haziran 2014 itibariyle DRT23 yeni görünümüyle okurlarının huzurunda!

 
 
Asla unutamayacağım emektar SumTech temamın son halinden bir ekran görüntüsünü de bu yazıda paylaşmak istedim. Tam 5 yılı aşkın süredir bloğuma her baktığımda gördüğüm ve artık hem benim hem de okurların DRT23 ile eşleştirdiği emektar temama veda etme yazısı bu yazı aynı zamanda.
 
Yeni temayla ilgili görüşlerinizi paylaşmayı ve bir süreliğine açık olacak temayla ilgili ankette temaya puan vermeyi unutmayın!

DRT23 6 Yaşında!

 
Aslında bu yazıyı bir ay önce yazmam gerekiyordu; yani DRT23'ün yayına başladığı 5 Şubat gününde. O gün yazacak zamanım olmadı ve birkaç gün sonra başlığı attım ve görseli ekledim yazıma ama devamını getiremedim. Yorucu bir günün akşamıydı. "Yarın devam ederim," diye düşünüp erteledim ama bir daha dönemedim. Yine, her zamanki gibi yoğunluktan vakit bulamadım. Halbuki bloğu açtığım ilk zamanlarda her gün yeni bir şeyler yazmak için, bir şeyler paylaşmak için ne kadar da hevesliydim. Ne kadar da zamanım vardı buna ayırabilecek!
 
Maalesef artık ne o kadar çok vaktim var ne de hevesim. Bloğum milyonlarca siteyi barındıran internetin bir köşesinde yalnızca varlığı sürdürüyor gibi. Arada bir hala ona içerik katan yazarı ve bir şekilde yolu buraya düşen az sayıda ziyaretçisiyle...
 
Yine de hala bu bloğun gönlümde özel bir yeri var. Hala arada bir yazmaya devam edebiliyorum. Burası hala fikirlerimi ve duygularımı herkese açık şekilde paylaşabildiğim bir platform. Bu yüzden ona ayırabildiğim ilgim azalmış olsa da DRT23'ün önemi hala aynı nazarımda.
 
Yine bloğun yıldönümü yazısını her seneki temenni ile bitiriyorum:
 
Nice yıllara DRT23!

Canlılığın Sınırı


Hayat nedir? Bu ağır bir felsefe sorusu olduğu gibi aynı ölçüde önemli bir biyoloji sorusudur. Canlı ile cansızı birbirinden ayıran özellikler nelerdir? Virüsler de canlı mıdır? Peki canlılığı anlayabilirsek sentetik canlılar üretebilir miyiz?
 
Güney Danimarka Üniversitesi'nden kimyager Martin Hanczyc, TED konuşmasında ilkel canlılığın yeryüzünde oluşması sürecinden ve laboratuvarında bu konuda yaptığı deneylerden bahsediyor:
 

 
Canlığın kimyasal temellerini daha iyi anlamamız yalnız bilimsel merakı gidermekle kalmıyor, evrimi, evrende var olabilecek diğer canlıları anlamamızı da kolaylaştırıyor.
 
Dip Not: YouTube'da bu videonun altında evrim, yaratılış, ateizm tezleri tartışılmış. Hiçbir bilimsel deney bir yaratıcının varlığını test etmek için yapılmaz. Ayrıca, hepimiz aynı şeye bakıyoruz ama her birimiz farklı görüyoruz. Demek ki nasıl bir keşif, gözlem, deney olursa olsun bunu kendi düşünce ve inançlarımıza göre yorumluyoruz.